12 Mayıs 24, pazar.
Ara sıra dünya bize farklı renkleriyle
görünür olduğundan. Sanki biraz daha yemyeşil., biraz daha masmavi… evet bahar
geldi. Tabiat canlanıyor, sabah uyandığımızda zaruretten gitmemiz gereken
yerler olsa dahi bir istek filizleniyor içimizde yatağımızdan çıkmak için.
Kıyafetlerimizde bile bir renklenme hâkim değil mi? Bahar geldi, yaz geliyor…
Bazen de hayat, her ne kadar bahar
mevsiminde olsak da bahar gibi hissettirmeyebilir. Belki içinizi ürkütücü bir
titreme alıyordur bu sıralar. Her şey bir önceki günden veya diğer her günden
biraz daha zor ve yorucu oluyordur. Ara sıra da dünya renklerini kaybedebiliyor
işte. Bu satırlar birilerinin, birilerini ya da en azından kendini
anlayabilmesi için…
Sizce kendimize çok mu yükleniyoruz?
Unutmak için, hatırlamak için, olduğumuz hali değiştirmek ya da değiştirmemek
için? Biraz keskinleştik sanki. İnandıklarımızı, düşündüklerimizi,
sınırlarımızı sanki ülke sınırı korur gibi korumaya çalışıyoruz. Değişmek
istiyoruz belki ilerlemek için; ama bir yandan da ödümüz kopuyor bir adım öne
çıkmaktan. Sorsalar herkes her şeye olabilir gözüyle bakıyordur ama sıra
palyaço olmayı seven birini kabul etmeye gelince kıyametler kopuyor.
“O kırmızı burun ne alaka?”, “Başka kıyafet mi bulamadın?”, “Saçlarını
rengarenk boyayıp da nasıl berbat etmişsin!” “Sen istemiyorsan boyama kardeşim
saçlarını; ben böyle seviyorum!” demek var...
Evet, kendimize çok yükleniyoruz. Yeri
gelince değişmemek, yeri gelince de değişmek için. Bir ‘olması gereken’ olmalı
mı? Hangi siteden sonuçlara bakıyoruz peki? Ona göre yerimi kapacağım da!
Bırakalım Allah aşkına! Bukalemun muyuz biz? Bir rengimiz var zaten. Konu
benliğimizde ya da duruşumuzda kararlı ya da kararsız olmak da değil aslında.
Sadece ne için neyi değiştirdiğimizden emin olmamız gerek. Ben değişiyorum ama
neden, niçin, kim uğruna?
Çığlıklar, yardım çığlıkları!
Çılgınlarca bir hızla renklerimizi
kaybediyoruz. Dedim ya, ara sıra dünya bize farklı görünür olduğundan, diye!
Evet; bazen yeşiller, maviler bol olur baktığımız her yerde. Bazense
grileştiririz işte dünyayı kendimize ve birbirimize. Yanlış anlaşılmasın; gri
rengi güzeldir, ortayı bulmaktır aslında. Ama amacımızdan sapıyoruz sanki
biraz. Orta olmayı bırakın; asit ve bazlar gibi iki ayrı uca çekiliyoruz. Ne
olsun peki? Herkes her şeyi tartışabilsin mesela, kırmızıyla mor yan yana
gelebilsin. Neyden korkuyoruz ki? Kırmızı zaten kırmızı olarak kalacak, mor da
mor. Karışmaktan mı korkuyoruz birbirimize? Halbuki büyük resme bakın;
rengarenk yaprakları olan köklü bir ağaç! Birileri düstursuzca yeni renkler
oluşturmaya çalışarak zaten eşsiz olan renkleri yok ederken, birileri de iki
alakasız gibi duran rengin yan yana gelme ihtimalinden bile hoşlanmıyor.
Grileşiyoruz; evet. Ama bu öyle bir gri ki; sadece siyah ve beyazın arasında
kalan değil; birbirine karışmış, iç bunaltan bir gri. Bu metin birileri
birilerini anlayabilsin diye yazıldı. Okyanusa küçük bir taş atmak yazardan
çıksın, okurlar da kıpırtıyı hissetsin diye. Bazen de anlaşılır olmadığınızı
düşündüğünüz zamanlar gelir. Anlaşılmaz olmak sorun olmasın, biz bir yerde
anlaşılabilir olmamayı da göze alalım. İçinde bitter, sütlü ve beyaz
çikolataların karışık olduğu bir kutudan sütlü olanının tadına herkesin
bakmasına gerek var mı? Kimileri de beyaz olan çikolatanın müptelasıdır mesela.
Kimi zaman da ne diyor bu yazar
diyebilirsiniz; yazar da bilmiyor olabilir hatta. Bazen kelimeler zihninizden
öyle düzensiz dökülür ki; karşınızdaki sizi Farsça konuşuyor sanabilir. Yok
saymayın dostlarım; biz kafası karışık olanlar da var, onlar da bu gri dünyanın
içinde bir yerlerde yaşamaya çalışıyor çaresizce!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder